ADALETİN TERK EDİLDİĞİ TOPLUMLARIN KAÇINILMAZ SONU
Diğer gelişmiş ülkelere baktıkça, İslam ülkelerinin neden geri kaldığını daha iyi anlıyorum. Bunun temel sebeplerinden biri, adalet kavramının gereğince uygulanmaması ve giderek yıpratılmasıdır. Adaletin olmadığı bir toplumda her türlü sorun baş gösterir. Ne yazık ki, tarihte olduğu gibi günümüzde de adalet mekanizması güçlendirilmek yerine, siyasi çıkarlar doğrultusunda şekillendirilmektedir.
Bir zamanlar “Bunlar özel değil, genel genel” diyerek yapılan hukuksuzluklara göz yumanlar, sonunda bizzat bu hukuksuzluğun kurbanı oldular. O dönemde sorumluluk gereği adaletin hakkıyla sağlanması için çaba harcansaydı, birçok sorun baş göstermeyecekti. Ancak o zamanlar adaletin korunması yerine, gücün tekelleştirilmesi tercih edildi. Günümüzde de benzer hatalar tekrarlanıyor; adalet sistemi bağımsızlaştırılacağına, belirli ellerin kontrolüne bırakılıyor.
Bu noktada Hz. Ömer’in adalet anlayışı bizler için önemli bir örnek teşkil etmektedir. Rivayet edilir ki, Hz. Ömer halifeliği döneminde 400 dirhem paraya ihtiyaç duyar ve bu parayı Abdurrahman bin Avf’tan ister. Abdurrahman bin Avf, ona devlet hazinesinden almasını ve sonra yerine koymasını önerir. Ancak Hz. Ömer şöyle cevap verir:
“Ey Abdurrahman! Parayı senden istiyorum, çünkü bir emri ilahî vuku bulduğunda ya da borcumu ödeyemediğimde seninle helalleşmem daha kolay olur. Ya mirasımda bir miktar ayırır, borcumu öderim ya da seninle anlaşırız. Ancak bu borcu devlet hazinesinden alırsam, tüm Müslümanlarla helalleşmem gerekir. Bu ise mümkün değildir. O takdirde ne benim malım bu borcu ödemeye yeter, ne de sevabım ahirette beni kurtarır. Bu kadar ağır bir yükün altına girmeye cesaret edemedim.”
Hz. Ömer’in bu hassasiyeti, devlet yönetiminde adaletin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Günümüz devlet adamları, sık sık Hz. Ömer’in adalet anlayışını örnek gösterirken, gerçekten adalet mekanizmasını güçlendirmek adına ne yapmışlardır? Ne yazık ki, adaletin zayıflatıldığı bir sistemde, toplum her zaman büyük bedeller ödemek zorunda kalmıştır.
Bu durumu anlatan bir halk hikâyesi de bizlere düşündürücü bir ders vermektedir:
Vakti zamanında bir ağa, sürüsünü emanet etmesi için bir çoban tutar. Yüz koyunu teslim alan çoban, bir yıl sonra elinde bir deriyle geri döner. Ağa, yemeğini yerken çoban, sürünün hesabını şöyle anlatır:
“Efendim, yağmur yağdı, gök çatladı; yetmiş ikisinin ödü patladı. Önden gitti baş toklu, arkasından gitti beş toklu. Onunu verdim kasaba, Onunu da hesaba katma, kurt kaptı ikisini. İşte getirdim birisinin derisini.”
Çobanın bu açıklaması üzerine ağa sofradaki yoğurt çanağını alıp çobanın yüzüne fırlatır. Çobanın yüzü bembeyaz olunca, ağa şöyle der:
“Hesabı böyle üçkâğıtçı ağızla verenin yüzü de böyle ak olur!”
Bu hikâye, yönetimde şeffaflık ve hesap verebilirliğin olmadığı toplumların nasıl sömürüldüğünü ve adaletin nasıl bir kenara itildiğini gözler önüne sermektedir. Yüzyıllardır aynı yanlışlar tekrar edilmekte, bireyler adalet sisteminden umudunu kesmekte ve güçlülerin keyfi yönetimine boyun eğmek zorunda kalmaktadır. Gerçek adalet, tüm bireylerin haklarını eşit şekilde koruyabildiğinde mümkündür. Aksi halde, çoban hesabı yapan yöneticilerin elinde toplumlar her zaman kaybeden taraf olacaktır.